O Çocuğum ben

Ahmet’in arşivinden çıkartıp, görselimize sunduğu resimlere bakıyorumÇocukluğumuz’da sahip olamadığımız   fotoğraf makinesinin ne kadar iyi bir yol arkadaşı olduğunu yeni, yeni keşfediyorum. Kaybolmuş anılarım canlanıveriyor birden bakarken siyah beyaz resimlere. Renkleniyorlar göz bebeklerimde. Çoukluğumuzun Futbol sahası, aramızda yaptığımız maçlar; resimler siyah, beyaz renklenerek  canlanıyor sanki.

Kaleci, oyuncu kavramı vardı. Takımların genellikle iyi oyuncuları bu kutsal göreve kendilerini adarlardı. Ben hep kaleci olarak yer alırdım sahada. Bir topu tutmak için kendimi yerden yere atıp kolumu, dizimi parçalamayı göze alırdım. Amaç arkadaşların beğenisini kazanamaktı.

Madeni  para o zamanlar kolay bulunmadığından, maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, yaş mı, kuru mu seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile karar verilirdi. Resmiler siyah beyaz  çekilmiş, olsun!.. ben renkli görüyorum. Dikenlerin böğürtlen çalılıklarının arasından geçerek Naki beye ulaşıyorum. Balık tutan birkaç kişi… Sahilde güneşlenenler, yüzenler, botlarda, kayıklarda eğlenenler. Bahçelerinde, balkonlarında akşamüstünü karşılayanlar, Büyük ada  kendi halince. Her yaz olduğu gibi, Naki bey; bu küçük deniz  kıyı şeridinde, köşkü, denize kadar uzanan bahçesi ve İskelesi olan kişinin adı ile anılırdı. Kumsalın hemen yukarısında Koço amcanın evi, bir de küçük bostanı vardı. Sahide oturuyor ve gözlerimi yumuyorum. Gözlerimin egemen olduğu bir dünyadan bir an uzaklaşmak istiyorum. Tenime değen rüzgâra bırakıyorum kendimi. Denizin sesi insanların bağırış çağırışları arasında yok olup, gürültüye yeniliyor. Kuş cıvıltıları tek tük.

Naki bey’in iskelesine çıkıyor ve ardımda kalan güne kulak kesiliyorum. Konukluğundan hoşnut, ardımda kalan günden, bu adanın öyküsünü anlatmasını istiyorum.

Pek çok deniz kıyısı ortak, bu görüntülerin dışında anlatır var olan öyküyü. Gün boyu çekilmiş her fotoğraf karesinde, yazıp söyleştiğim her insanda,  öyküsünü arıyorum gözlerim kapalı.

Evlerin birbirlerinden güç alabilmek için dizimi, sokakları yarattıkları duygusuna, kapılıp giderken, yaşlı bir kadının, gülümsemesi takılıyor gözüme. Yoksa gülümseyen çiçekleri mi? Nevruz Mevki Nr.7  Tepeköy, evimin sokağa bakan yüzü renk renk çiçeklerle donatılmış. İnsan; çiçekleri seviyor. Çiçeklere yaşamında yer açtıkça, sevinci çoğalmaya duruyor. Hasret’de çoğalan sevinçten payına düşene sarılıyor.

Erkan, Engin, Fikret, Coşkun, İsemi Han, Bumin, Nesrin, Nur,  Çiğdem, Haçik, yamyam,İrfan,  Stathakis, Maki, Niki, Stavro, Niko, Yorgo, Marina, Despina,   ve daha niceleri için de bu böyle. Güler yüzünde çiçeklerimizin izi var. “Ben bu Ada‘da doğdum. Sonra göç ettik. Bu ada’da  neler kalmıştı? Ardımızda neler bıraktığımız önemlidir. Bir gün ardımızda bıraktıklarımız bize söyler çünkü, geriye dönülüp dönülemeyeceğini, bunu isteyip istemeyeceğimizi.

Birden Stathakis ve onun gibiler ile empati kuruyorum. Kendi doğduğum mahallede, bıraktığım evimin merdivenlerini anımsıyorum. Beraberce oyunlar oynadığımız, çocukluk arkadaşlarımı, komşularımı. Kapısı bir daha açılmamak üzere  kapanmış evimi. Artık anılarımdan başka hiçbir yerde olmayan. Bir gün yeniden arkadaşlarımla oyunlar oynamayı istememeliyim. O evi kapattılar! Bana geriye dönülemeyeceğini söylüyor kapanan o ev.

Kapıları Kapanan evler;

Yıllar sonra Yunanistana giden dostlarım, arkadaşlarım Yunanca öğrenmek zorunda kaldıklarını söylediklerinde şaşırmıştım. Hatta Anadoluya MÖ 850 lerde gelen Türk boylarından Karamanoğulları Gök Oğuzlar, Avar ve Bugar boylarının daha sonra Ortodoks dinini seçtiklerini öğrendiğimde şaşkına dönmüştüm. Kril alfabesi ile Türkçe yazdıklarını Türkçe konuştuklarını ilk başlarda, Rumca bilmediklerini Öğrendiğim’de daha’da şaşırmıştım. Rum, Türk Ortodoks farketmez; Binlerce yıldır yaşadıkları vatanlarından, bu şekilde koparılmaları, sürülmeleri ve hatta tehdit edilerek, gitmeleri için yapılan baskıları, bir insanlık ayıbı olarak görüyorum.

Büyükada ve diğer Adalar’da ve tüm Anadolu’da bıraktıkları evler için yaşam, Ortodoks Türklere ve Rumlara neler söylüyor?

İnanırmısınız Padişah anaları adlı kitabı okuduğumda şoka girmiştim. meğer Devleti Aliye Osman Orhandan başlayarak Rum Yunan, Ukraine, Rus, Musevi Hazar Türkler annelerine sahiplermiş. İstanbulu Fetheden Fatihin de annesi Kösem Sultan Helen kökenliymiş Yani Kösem Sultan. Oğluna destek vermiş Kostantiyenin fethinde.  Katolik Papanın eline geçmektense Oğlum alsın diyerek  destek bile vermişler. Bugün İstanbulda, Adalarda ve Anadolunun genelinde parmakla sayılacak kadar az Rum, Türk Ortodoks hemşehrimiz var. Ancak Yunanistan’da  Türkiyeden giden  Rumların, ve Ortodoks Türklerin kurdukları, birlikte yaşadıkları çeşitli bölgelerde, yaşamları hep yarım. Ayrı ülkelerdeki kardeş beldeler ve insanları ortak duygular içinde, geçmişlerinin izlerini sürmek istiyor. Bu izler kendilerini en canlı biçimde evlerde yaşatılıyor. Evler, içlerinde yaşayan insanlarla birlikte soluk alıp vermeyi sürdürmüş, koruma altına alınanlar, ancak diğer tarihi yapılar, evler kadar şanslı olamamış. Oysa ekmek kavgası hep bildiğimiz kavga… Sonra… Benim için bir Türk ortodoks  müslüman olmuş bir araptan daha kıymetli.

Nazım Hikmet’i anımsıyorum: “

Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer

Ve hâlâ şarabımızı vermek için, üzüm gibi eziliyorsak,

Kabahat senin demeye’de dilim varmıyor ama…

Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim”

Kalan bir kaç Rum dostum Ada’da, mahsun; Büyükada’dan ben başka yer bilmem diyor. “Burada doğdum, burada öleceğim.” Başka bir yer bilmemenin kederini arıyorum gözlerinde!.. Bulamıyorum. Rahat sınırları belli yaşamlarının ve yaşayacaklarının verdiği  güven içinde. Görmüş geçirmiş ağaçların gölgelerine anlatılan masalar, sandalyeler, Hiristos tepesinde. Aslında bu günlerde Dedemin Karaferyeyi ( Bu günkü Veria)  Babaannemin Selaniği Beyaz kuleyi  unutmadıklarını özlem içinde olduklarını daha iyi anlıyorum.  Hepsi hepsi 100 yıl.  önceki yıllarda 600 yıl birlikte yaşamış bu insanlar batının kışkırtması ile kendi Devleti Aliye’ye ihanet etmiş gibi geliyor bana. İstanbul’un Fethi;  Kostantinopolis den önceki adı ile ”İstanbul” Orhan ile başlayan  türk- helen imparatorluğuna kimler ihanet etti. Orhan’ın Holofira ile evlenerek başlayan serüven VI. İoannisin kızı Theodora Hatun’u eş olarak alınca Orhana Gelibolu düğün hediyesi olarak verilmiştir yani Drahoma. Orhanın  ve  Theodora nın oğlu olan  Şehzade Halil bir türlü tahta geçememiş,  Şehzade Murat Orhandan sonra ki padişah olarak tarihe geçmiştir.  Annesi Kösem sultan olarak bilinen Rum kökenli bir anneden doğan  2 inci Mehmet in  Rumca, Farsça, Arapça bilmesi kadar doğal ne olabilirki.  Fatih sultan Mehmet aslında İstanbulu Fetih  etmemiş Katolik istilasından kurtarmıştır.

Aslında ”Devleti Aliye Osman” bir Helen Türk imparatorluğuymuş da haberimiz yokmuş. Heyhat. Kim sormayın bana.  Ben dedem ve Babaannemin Selanikte ki beyaz kulede yaşadıkları büyük aşkı sevdayı dinleyerek büyüdüm. Kökümüzün Kırıma dayandığını bilirim. Babaannemin Selanik limanının sahibi meşhur Arnavut Toro’nun tek kızı olduğunu da. Anamı düşündüğüm de  Mahitap hanım Bu günkü  Makedonyanın Kiçevo şehrinin  Lesiçani köyünde dünyaya gelmiş Annesi arnavut Babası Türk bir  kız olduğunuda.  Ne olmuş da Devleti Aliye Osman her yönden ihanete uğramış.  Valla ben Helen Türk İmparatorluğunu bilmem bildiğim tek şey sakın ha Avrupaya, Amerikaya  güvenmeyin öyle ve ya böyle bizler sizleri 1000 yıllık kardeş olarak görüyoruz. Ortodoks Türkleri düşününce 5 bin yıllık kardeşliğimiz var. Soyum helen diyenlere de bir lafım var.  Bizler karışmışız çoktan bir olmuşuz.Huyumuz örf adetlerimiz bile bir. Sizlerdeki Drahoma Gök Tingriye inanan Türklerden geçmiş sizlere haberiniz ola.

Ülkemde Yezidin soyları tükendiğin de  Bektaşi Alevi yolundaki Müslüman Türkler ile bir olursunuz. Adaletin ön Planda oduğu  her kesin eşit bir vatandaş olarak yaşayabileceği  Helen Türk İmparatorluğuna kavuşmak umudumu yitirmeden.

Büyükada’da  Kahvenaneler, İskele meydanı, sahil şeritlerinin vazgeçilmezidir. Büyükadanın’da olmalıydı böyle bir meydanı, çarşısı.

Yaşamın sıradan akışının doğal tanığı bir meydan. Adının Vapur iskelesi, başka bir ad olmasının önemini yitirdiği bir alan.İskele üzerinde kendimi bir bırakayım rüzgâra… Karnım da acıkır. Tertemiz olduğu söylenen balık lokantalarından birini düşünürüm, İskeledeyiz gene kardeş oluruz.e oturuyor ve ardımda kalan günü dinliyorum bu kez‘de. İçim yanıyor, inadına susuyorum. Sustukça, koparıyorum her bir parçamı bedenimden. Duygularım bende hükümsüz, düşlerim yarım. Yalnızlığın kapıları kapanıyor yüzüme, ruhum bir orada bir burada, gel, gitlerde, firari çocukluğum. Büyümek, aslında özlemekmiş. Domatesli, peynirli, Jambonlu, sandiviçleri, hızlı, hızlı yedikten sonra, tekrar dışarıya, sokağa oyuna dönmeyi çook özledim. Annem mutfakta yemek yaparken, masada ders çalışmayı, onunla  sohbet etmeyi çok özledim. İspirto ocağını, beyaz fayans kaplı mutfağı özledim. Bahçemizdeki o dut ağacında gün doğumundan gün batımına kadar dut yemeyi, annem bir daha izin vermez diye, gün boyu onun üzerinde oturduğum günleri özledim.

 Babamın çam ağacının Dallarına kurduğu salıncağımı özledim. Bahçelerden erik, mandalina, incir  çalmayı. Oramı buramı çize çize böğürtlen toplamayı, Yapı Kredi Bankasından gelen Doğan kardeş  mecmuasını, heyecanla okumayı özledim.   Çocukluğumun tadını özledim. Tayım Atlası , pedalla yürüttüğüm Cipimi ve  Arkadaşlarımı özledim. Yakartop ,birdir bir, saklanbaç oynamayı, Eşşekçi deli ali amcayı kızdırıp, kaçmayı bile özledim. En önemlisi dertssiz başımı özledim! neleri özlemedim ki!…

Bıraksaydım kendimmi boşluğa, hayallerim kalsaydı sadece geride. Keşke’nin diğer anlamı bu ben‘de ki… onun boşluğu sadece ” ben” im. Bende’ki ben’de ise, sahip olduğum bir çok boşluk var.

Kimi kocaman insanlar olmuşlar, kimi küçük çocuklar. Bazıları büyümüş, ama hala çocuklar. Onlar hiç anlamazlar. Durup’ta sormazlar hiç neden?

Hiç düşünmezler, hep devam ederler yaşamaya. Umarsamazlık diz boyu, başlarına vursanda gülerler. Sıfatları giyinmişler üzerlerine  herkes çalar ayrı bir telden. Sabah uynamak için saat çok erken, bu kısa yolculuk farklı her zamankinden. Yaslamışım sırtımı bahçe duvarına düşünürken ben. Bir de Memoş olmak var ” ikinci ruhum” işte o başımın belası ben. Artık sus yüreğim!… Duyuyor musun  sesimi?  Kimseler görmek, duymak istemesede,  işte başımın belası  ben ve Memoş. Artık sus yüreğim! Anlamasa da yüreğimin sevdasını,  duygularının esiri olmuş daha hala değişememiş  ben iki ruh birden

  Daha hala O çocuğum ben

Mehmet Tevfik Özkartal

           Memoş

11 Ocak 2020 Büyükada’da biz

Sayfasında yayınlandı

Google AdSense kodunuzu buraya girin.

Yorumlar

"O Çocuğum ben" için 1 yorum

  1. Afitap89 tarafından 26 Ocak 2022 03:22 tarihinde 

    Yorum yaptım okey?


Yorumunuzun yanında istediğiniz resmin görünmesini istiyorsanız gravatar edinin!