Şimdi Araf zamanı
Yazan: Özkartal Mehmet Tevfik 01 Şubat 2016
Kategori: Almanya, Yayınlanmış yazilarım
Bu dünya’ya yapayalnız, hiç bir şeyleri olmadan gözlerini açan milyonlarca insanı düşünün; Sanki bu dünya’ya gelmeyi kendileri istemişler gibi. Hatta hangi aile‘de doğmaya kendileri karar vermişler gibi. Bebeklik çocukluk derken herkesin üzerine bir yük yüklenmiş. Bu gün ise hepsi aynı çıkmaz sokağın önünde tek başlarına durup, bakıyor, bakıyor ama yolun sonunu bir türlü göremiyorlar. İşin en kötüsü ise sorgulamıyorlar bile. Çıkmaz bir sokağın başında durup da yolun sonunu göremez mi insan? çıkmaz sokağın başına neden geldiğini çözmemişse sonunu‘da görmesi mümkün olmuyor tabi. Yaşam bir göz kırpması gibi geçip gidiyor. Bir bakıyorsun yirmilerindesin, bir bakıyorsun kırklarında, bir bakıyorsun ellisi altmışında. Bir de bakıyorsun ki uçmağa varmanın kıyısında… Bu gün beni bu yazıyı yazmaya iten nedeni anlatacağım… Yaşamın ne kadar kısa ve ne kadar anlamsız, boş olduğu fikri yine Tanrının nefesinden yaratılmış olmamda saklı. Kimsenin fazla vaktini almadan kısa kesmek istiyorum. Belki’de ilk defa haklı olarak yaradılışa aşırı öfkelenmiş, Tanrı ile aynı fikirde değildim. Tanrı ne diyor; ben seni ruhumdan yarattım us verdim ve inan sana şah damarından daha yakınım. Tamam o zaman peygamberlere neden ihtiyaç duydun‘ki? Yarattıklarınla direkt konuşabilirdin. Ben Tanrı olsam en azından öyle yapardım. Herkesin ayrı telden çalmasına izin vermez ilahi ahengin bozulmasına olanak tanımaz, yarattıklarımın acı çekmesine izin vermezdim. İnsanlarla birlikte acı çekmeyi öğrenemediğim için suçlumuyum? Cehenneme gitme konusunda’da hiç istekli olmadım. Kitabında Tanrı; bir çok şeyi yasaklarken, yarattıklarına intihar edenlerin cehennemlik, şehitlerin sorgusuz cennete gideceğini tebliğ ediyor. Eh inthar etmek isteyenlere buradan duyrulur… Ne işin var cehennemde.? Hak yolunda Cihad edenlere katıl şahaddet şerbetini iç cenetliksin. Bakmayın bana öyle, herkes ateist dese’de ben ateist falan değilim. Evrene, yaradılışına baktığımda Tanrıya, Peygamberlereine, ve meleklerine inanan biriyim. Sadece arada sırada’da olsa Tanrıya küsen bir çocuğum. Sorun zaten bende değil, ikiz ruhlarımda. Kendi kendileri ile daha hala savaş halindeler. Hemde bu güne kadar denenmemiş yollarla.
Sessizlik ağır bir kaya gibi… Tedavisi mümkün olmayan hastalıktan Yatanların üzerine çökmüş. Tanrının kendin olduğunu anlayıncaya kadar, sende hep acı çekeceksin dedi usulca kulağıma Cebrail… Bu sözler dikenli bir çalı gibi saplanmıştı içime. Ama artık acıtmıyorlardı. ´´Sonrası…´´ Burdayım işte Hastahane odası. İkinci defa hemde. Hastahane çıkışımda dışardayken bir söz vermiştim kendime. ”Onlar ne yaparsa ne söylerse ben tam da tersini yapacağım” diye. Mesela onlar sigara, alkol sağlığa zararlıdır diyor! Eyvallah ben inadına çillingir sofrası diyeceğim, Ölmüş yazarlarla dostluk kuracağım. İlk baharın gelişini izlerken sevi diyeceğim. Çiçeklerin açmasını, doğanın kendini tekrar, tekrar yenilemesini izleyeceğim. Sonuçmu? Güldürmeyin beni ne olur… İnsanın Tanrıya olan inancını kaybetmesinden daha kötü bir şey var, o da İnsanın İnsanlığa olan inancını kaybetmesi değilmi…? Mesela onlar İnsansa ben insan olmayı reddediyorum. Aksi fikirde olmam güllerle birlikte açmama, zamanın dışına taşmama engel değil’ki!
Hastahane sonrası iyleşememe sıkıntısı dedikleri bu olsa gerek. Karabasan gibi insanın içini kemiren ölümler ve kişisel iç hesaplaşmaları. Bir de dönüp yerleşip yaşamak istediğin Anavatanımdaki sıkıntılar. Giderebilmek, gitmek isteyipte gidememek…“Dünya üzerinde insan hayatından daha değerli ne vardır?” diye sormaya kalksam, cevap alamam sanıyorum. Sus konuşma sakın; sen kim siyasete burnu sokmak kim. Yani işin türkçesi siyaset yapma diyorlar. “İnsanlar ölüyor” diyorsun, karışma; bu işin doğası budur onaların fıtratında var diyerek lafı gırtlağına tıkıyorlar insanın. Evet yazmaktan, konuşmaktan, sineye çekmekten, müzik dinlemekten, gitmek istiyorum, benim de diyeceklerim var demekten utanıyorum artık. Evet utanıyorum; Üzgün ve çaresizlik içinde olanı biteni seyredip, sonrasında iyleşmenin sevincini unutarak, hayatıma kaldığım yerden devam etmeye çalıştığım için utanıyorum. İnsan olmayı beceremeyen bir çokları adına daha çok utanıyorum… Cehalete esir düşmüş insanların düşünceleri eşliğinde birbirimizi öldürmek için can atıyoruz. Dünya her geçen gün daha da kirleniyor ve insanlar ruhlarını kendi elleriyle öldürüyor. Ne güzel demiş Neruda; “Ağır ağır ölür, yolculuğa çıkmayanlar. Okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.” Ne yaşıyorsam incelikler yüzünden yaşıyorum” Ve insanı en çok olmadığı bir insan gibi davranmak üzüyor. Ruhunu, içini, özünü, seni bilmeden ahkam kesmek, sıradan olmak, itelenmek, değersizleştirilmek ve yabancılaştırılmak. İnsan ilişkilerindeki en büyük facia. Önce ruhun ölüyor, sonra yavaş yavaş insanlık. O yüzden uçmağa varma zamanı çok iyi bileceksin. Bitince, çekip gideceksin. Uzatmalarda gol atma hayaline kapılmadan, sessizce, efendice terk edeceksin sahayı. Sebebi; ister bir iklim, bir şehir, ister bir aşk, bir insan, isterse bir savaş, bir inanç olsun; yenilince gideceksin. Daha çok incinmemek, daha çok kırılmamak adına. Korku kemiriyor Ruhumu. Tek bir gerçek her türlü korku içimi çürütüyor artık. Kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu, olandan ve olabilecekten korku, uçmağa varma korkusu, bu şekilde yaşama korkusu. Sevenler ayrılmaktan, yalnızlar sevememekten korkuyor. Peki ben ne yapıyorum; onlardan kaçıyorum. Üstlerini örtmek için yeni fikirler ve çareler icat etmeye çalışıyorum. Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Enazından ben bu korku mevsiminde, çıldırmanın eşiğinde ARAFTA yaşıyorum.
Bu yazımda delirmiş insanlardan değil, ellerinden tüm hakları özgürlükleri alınmış, zulüm gören insanlardan bahsediyorum. Ve bir de tedavisi mümkün olmayan hastalığa yakalanmış, ölümele burun buruna yaşayan insanların nasıl hissettiklerinden. Aklım karmakarışık Ercan’ı düşünüyorum. Bu bende olabilirdim‘‘ Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmış arkadaşım. Doktorlar üç ay ile üç yıl arasında bir ömrü kaldığının haberini verilmişler kendisine. Emekliye‘de ayırmışlar kendini. Unutmuşlar Can‘ı verenin Tanrı, Alanın da Azrail olduğunu. Hayata küsmüş Ercan, iş güç şirket, para pul, hiç bir şey umurunda değil. ´´nasıl osun‘ki?´´ Ben de olsam farklı bir şey yapamazdım her halde. Hastahanede ziyaretime, geçmiş olsun demeye geldi sağolsun. Bu arada elinde bir mektup var. Okuyup tercüme etmem için ricada bulundu… Mektuba baktım Nürnberg bölge Mahkemesinden gelmiş. Ercanın hastahanede yattığı bir dönemde gıyabında verilmiş olan doksan günlük hapis cezası. İşin ilginç tarafı ise itiraz için onbeş günlük itiraz süresi aşıldığından Ya üç ay hapis yatacak ya da günlüğü 40 Eurodan 3600,00 Euro para cezası ödeyecek. Sebep Vergi beyannamesini zamanında vermediği ve devleti zarara uğrattığı için. Buyrun cenaze namazına; burası Almanya İnsan haklarının tavan yaptığı, Demokratik yaşamın beşiği. Şimdi Ercanın elinde sadece Doktorların üç aylık ömrü kaldığını belirten bir doktor raporu, Mahkemenin gel o kalan üç ayı hapiste geçir ve ya 3600 Euro öde diyen mahkeme kararı. Aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık. Ercana nasıl söyleyebilirim, anlatabilirim bilemedim. Hoş anlatsam Ercan ne yapsın. Ercan bağırsa, çağırsa, soyunup anadan üryan sokaklarda koşsa, deli derler adama. Sormadan kim delirtdi diye. Öyle bir devir ki artık çıplakken bile hiç bir şey söyleyemiyor, bağıramıyor insan. Tanrı’mı? Bak o konuda sessiz kalalım en iyisi. O da görüyor ama eli kolu bağlı sanırırm, bir şey yapmıyor. Belkide vardır bir bildiği deyip fazla rahatsız etmek istemiyorum… Bir Bektaşi fıkrası geliyor aklıma… Köyün birinde yağmayan yağmur için köyün imamı başta, arkasında köylü her gün Yağmur duasına çıkarlarmış. Aradan bir ay geçmiş ne bir bulut ne de bir damla yağmur görmüş insanlar. İmam‘da söyleyecek söz bitmiş ki, köyün girişinde yaşayan bektaşiye atmış suçu. Gidin özür dileyin gönlünü alın bektaşinin belki Allah sizi affeder de dualarımız kabul olur diye. Köylü ne yapsın çaresiz bektaşinin yanına gitmişler, özür dilemişler dertlerini anlatmışlar. Bektaşi acımış köylüye bekleyin demiş çıkartmış üzerindeki hırkayı suya sokup iyice ıslatmış kurutmak için asmış bir ipe güneşte kurusun diye… O da ne! gök gürlemesi yıldırım şimşek derken başlamış seller gibi yağmur yağmaya. Köylü şaşkın bakarken bektaşiye; Bektaşi ya siz bakmayın dua falan etmedim şu sıralar yukarıdaki ile pek aramız yok onun maksadı belli yağmur yağsında benim hırka kurumasın diye yağdırıyor rahmeti demiş. Hani derler ya; yukarıdakinin işine pek karışmayacaksın. Muhakkak vardır bir bildiği diyerek kendini avutacak, herkes gibi aranı bozmayacaksın.
Hastahaneden ilk taburcu olduğumda ev doktoruma gittim. kalabalık olduğundan, beklemek zorunda bırakıldım, Sinirlerim bozulmuş olacak’ki bir az yüksek sesle konuşmuşum. Normalde ”Deli olduğunu topluma kabul ettirebilene dahi derlerde, Dahi olduğumu kabul ettiremediğimden olsa gerek, içlerinden delirmiş demişlerdir. Bir sonaki gidişimde kibarca özür diledim. Kızlar; ”Deliliğiniz sizi özgürleştiremiyorsa hala akıllısınız demektir.” Ne dersiniz?‘‘ Güldüler… Zaman geçiyor. ”Aklın fazlası cehennem” sanki yakıyor vucudumu. Bu arada Hastahanede yatmamın faydasını’da gördüm. Kişiliklerim bir birleriyle kardeşçe yaşamayı öğrendiler. Nasılmı? Gidecek başka bir bedenleri olmadığını anladılar’da sonunda ondan. Şimdilerde kendi kendime “Memoş” dedim, aslında İsmim Mehmet Tevfik de bazı eski dost ve arkadaşlarım Memoş diye çağırırlar beni. Çocukluğumdan kalma takma bir lakap aslında çogu zaman işimede yarıyor. En azından kişiliklerimi adlandırabiliyorum. Günler hızla geçip tükenirken uçmağa varma vakti insanın hiç de kendisine kondurmadığı bir anda gelip çatıyor, insan yapayalnız, tek başına, kimsesiz gibi hissediyor. Bütün tanıdıklarını, dostlarını geride bırakıp yeni bir yaşama yolcu gibi. Eh Azraili geldiği yere gerisin geri yolcu ettikten sonra bu hastalıktan kurtulmama‘da az kaldı diye düşünüyorum… Bu arada unutmadan; ”Hayatı güzelleştirmek istiyorsanız dünyanın en tehlikeli varlığını sevmeyi öğrenmelisiniz. Tabiki ´´İNSANI.´´ Buna kendinizi sevmeyi öğrenmekle başlayabilirsiniz. Unutmayın’ki kendisini sevmeyi öğrenememiş bir insanın, başka bir insanı sevebilmesi mümkün değildir. Çünkü yanlızlık, gitme vakti geldiğinde bir insanın, yola çıkmadan sığınacağı bir barınaktan ibarettir… Şaka bile olsa her zaman söylediğim gibi bu defa’da Memoş Kaçar.
Son zamanlarda yaşadıklarından ötürü Memoş’a Hak verdim. Ne kadar yalnız, ne kadar uçmağın kıyısında duruyor. Karmaşık düşünceler kemiriyor beynini. Uçmağa varma zamanımı? ne kadar kalabalığın içerisinde olursan ol işte o an teksin. Güzel konuşuyor yazıyorda. Birlikte geçirdikleri koskoca bir ömür son bulmuş sanki, birlikte yemişler, içmişler, sohbetler etmişler, birlikte çalışıp birlikte günlerini tüketmişler, ama şimdi çevresine bakıyor ve onlardan hiçbirisini yanında göremiyor. Kavgaya son vermiş benliklerinin dışında. Ben ona, ve söylediklerine kalpten inandım. Yer yüzünde insanlar tarafından kanatılmamış hiç bir sözcük olmadığını bilsem de, Tanrının yarattığı bu dünya‘ya aşık olmayı yeniden deneyeceğim. Kalmak ve gitmek arasındaki küçücük aradan geçebilirsem kalacağım. Bazen arafta kalırsın bilemeden ne yapman gerektiğini. Ne geri gidebilirsin ne de ileri. Bir gün gelir yoklayıverir Cebrail aniden seni. Uçmağı gücendirmek olmaz, gideriz Azrailin peşinden kendimizi mecbur hissettiğimiz için, Sesizce Sus pus gideriz. Konuşmanın pek fayda etmeyeceğini biliriz. Bedenimizi kabullenen belli belirsiz, zamanla silinmiş çizgiler az da olsa o yerde, yaşamla uçmak arasında. Gelişi bazen bir saksı, bazen bir vapur, bazen bir cam, bazen bir hastahane odası işte bu çizgidir. Beynimizin içindeki nöronlar hareket eder, sonra boşlukta silikleşir. İşte bu çizgidir hayatı yaşanır ve ya yaşanamaz kılan. Bu çizgi hayatı bitiren çizgidir. Bir kez bastınmı o çizgiye, hayata eskisi gibi bakamasın bir daha asla. Öyle bir çizgi aslında. Yaşam ve uçmağa varmak ile iç içe, kucak kucağa, el eledir. Sanırım ben ayağımın ucuyla da olsa bastım o çizgiye. Bazen dünyada bir tek insana inanırsın. O kadar inanırsın ki, uzun bir süre kendin olamazsın, zamanı gelmeden ne kadar çok kırıldığını bile anlamazsın. Ya sevmek, ya aldanmış olmak, ya da kendini kandırmak. Bahane bulamazsın. Sadece bu yalanın içinde kaybolmak istersin. Sonra üstü kalsın der ve çekip gitmek istersin. Ama birini gerçekten seviyorsan, Gizli gizli sigara içtiğin ilk gün gibi heyecanlı ol, sokakları betonlara boğanlara inat, cesurca öpüşmekten çekinme. Lafı uzatmıyorum. Şu iki yüzlü dünyada sen evet Memoş sen o güne kadar gülümsemeni eksik etme sakın, ama yalancıktan değil. Uzaklara gitme, kaçma ve içini dinleme vakti geldi. Bazen gitmek, kalmaktan daha kolay olmalı. Ama sevdiğin insanın kıymetini çok iyi bil. İnsan kaybedince, bazen ne kaybettiğini bilmiyor, bilince de çok geç oluyor. Sokak hayvanlarına selam vermeyi, gülümsemeyi, kuşları beslemeyi, şehri İstanbulu rastlarım umuduyla dolaşmayı, bir simidi paylaşmayı, her mevsimi hakkıyla yaşamayı, gün batımını kıyıdan izlemeyi, İnsan gibi ağlamayı, düzenli olarak rüya görmeyi, vapurlara binmeyi, ucuz şarap içmeyi, bir güneşle sigara yakmayı, koşarak Büyük Ada’da denize dalmayı ve en önemlisi Mehmet Tevfiğin dönülmesi imkansız Memoşa verdiği sözün arkasında durması. Memoş’a borcunu ödemesi… Az kaldı… Bekleyin… Memoş her zaman kaçamazzzzzzzz… Şimdi hem ben Mehmet Tevfik hem de Memoş için çok geç olmadan; ARAFTAN Geçmeden öte tarafa, geri dönme zamanı .
Mehmet Tevfik Özkartal
Nürnberg 11.01.2016
Özkartal Hatice tarafından 22 Şubat 2016 22:48 tarihinde
Ah be şekerim ben sana izin vermeden nereye öyle. Dur bakalım esaretin bitmedi daha. 🙂