Yaşamın getirdikleri
Yazan: Özkartal Mehmet Tevfik 15 Mayıs 2015
Kategori: Almanya
Nasıl bir şeydir biliyor musunuz? Bir bina düşünün, en üst katından, bir köprüden, yada daha yüksek bir yerden, aniden aşağıya itiliyorsunuz. Hemde aşağıya atlamak gibi bir isteğiniz yokken. O sırada görülmeye değer bir manzarayı veya yıldızları seyrediyorsunuz. Kayacak bir yıldızın hemen ardından dilek tutmak için çabalarken, aniden aşağıya itiliyorsunuz.
Hızlıca aşağıya düşüyorsunuz, ne sizi tutan bir el nede tutunabileceğiniz bir ip var! Hızlıca düşüyorsunuz… Düşmenin sonunda yere ne kadar hızlı çarpacağınız, ve kaç parçaya ayırabileceğinizi kestiremeden. Düşmenin verdiği korku, o kadar esir almışki sizi, bir türlü hesaplayamıyorsunuz. Düştükten sonra neler olabileceğini’de kestiremiyorsunuz, düşündüğünüz tek şey düşerken, neden ben?
Uzun zamandır yazmadığımı fark etim… Yeniden bir şeyler yazmak zor geliyordu. Yazıp yarım bıraktığım yazılarımı açıyorum. Ellerim klavyenin üzerinde bir şeyler yazıp, tekrar kayıt bile etmeden kapatıyorum. Bu durumu günde en az bir kaç kere tekrarlıyorum. Beni bu hale ne getirdi? Ve neden bu durumdayım bilemiyorum. Kelimeleri cümlelerle ifade edemiyorum. Bunun sebebini muhakkak bulmalıyım. Yazı yazamamamın suçlusu tabiki ben olamam. Kendimden kaynaklandığına inanırsam, yapamadığım diğer işlerde olduğu gibi suçu kendime yüklersem, kalkamam düştüğüm yerden. Bir suçlu bulmalıyım.
Tabi ya; az daha unutuyordum. Ne zamandır hiç yazmıyor bana. Daha doğrusu yazışmıyoruz. İyi, kötü, anlamlı ve ya anlam ifade etmeyen cümleleri yok artık. Eskiden beri hep böyle yapardı zaten. Bir yanar ışık saçar etrafına aydınlanırsın, bir söner işte böyle karanlıkta kalırsın. Yaşamın getirdikleri diyelim.
Bir süre önce, kişiliğim, kalbim, beni ben yapan her şeyi, kendimle birlikte gömdüm karanlığın derinliklerine. Kalkmalıyım diyorum, kalkamıyorum. Bilemiyorum, ben mi düştüm, yoksa buraya ittilermi beni. Kimselerin ipine ihtiyacım olmadı hiç. Düştüm ama bu hiç bir şeyin sonu değil, ‘‘düzeltebilirsin hala” diyorum ve bekliyorum. Beklerken çok sevdiğim birinin sözleri geliyor aklıma; ‘‘Düştüğüm her kuyudan tırmanarak çıktım ben, ne bir ip sallayanım oldu nede bir el uzatan. Bu yüzdendir o herkesi kıskandıran gururum ve dik başlı asi duruşum…‘‘ Bir ip, bir el uzatanı zaten beklemiyordum bile, çabalıyorum ya, kahretsin şu dünyada bir şeyleri oluruna sokmak, düzeltmek ve bitirmek istiyorum. Bir bakıyorum yaptığım tüm şu geri zekalıca uğraşlarımın sonuna bakıyorum, ulan ne için çabaladım bunca yıl ben? Hani çaba verdiğim şeyler neden iyice dibe batmış? Şu yaşadığım şeylerin hıncını bir şeyden çıkartmak, ortalığı yakmak, kırıp dökmek istiyorum. Belki‘de kaos çıkarmak istiyorum, şu yaşadığım tüm şeylerin tam ortasına. Tek bir söz ile bağırıp, içimdeki nefreti susturmak istiyorum. Bir gün geliyor, toparlandığımı düşünüyorum, ne toparlanması kahretsin en derinden acıyor. Tarifi imkansız, acımı kusmam gerekiyor bir şekilde.
Yaşamımda bir kaç kere düşmüşlüğüm var… İşte bu sefer iş toparlanmaya gelince yapamıyorum. Beni fena halde düşürmüşler. Hatırlayanınız var mıdır? Yazılarımda ” canım çok acıdı, bir daha asla, hiçbir şey benim bu denli canımı acıtamaz” diyerek ifade ettiğim cümlelerim vardır muhakkak. Ne zaman bundan daha kötüsü olamaz dediysem, daha kötüsü geldi hep başıma. Kalbim hiç bir zaman sevgiden kocaman olmadı. Kocaman bir kalbim varsa, o kalp büyüdüyse, vallahi acılardan büyümüştür. Sarılmadı hiçbir zaman yaralarım. Belki de sarıldı ama sarıldığı yerden defalarca, defalarca kanatıldı. Boş vermişim artık, üzülürken bile “canım artık üzülmek istemiyor, lütfen” diye söyleniyorum. Tam anlamıyla bir olaya üzülsem ve ağlasam geçecekmiş gibi. Ama ağlamıyorum, haykırmıyorum kullandığım tek cümle “lütfen üzülmek istemiyorum.” diyip çekilmek oluyor. Ben bir şeylere incinmedim, yada kırılmadım. Ben tam anlamıyla canımı yaktığınız şeylerle öldüm.
Yaşadığımı zanedenler; Ağlayamıyorum bile, yaşlar gözlerimde birikiyor, kesinlikle akmıyor. Boğazım acıyor, burnum sızlıyor, ama ağlayamıyorum. Dayanak arıyorum, bana yardım edecek birisini arıyorum, dayandığım her dayanak, birer, birer yıkılıyor. Canımın ne kadar acıdığını kimse bilmemeli. Bazen çok acıdığında konuşmak, anlatmak istersin yakınından birilerine. Anlatırsın… Aldığın cevaplar hep aynıdır. ‘‘Üzülme bu da geçecek, bu da geçecek, hayat devam ediyor” sanki ben bilmiyorum… Anlattığım şeyler benim için basitmiş gibi, anlatırken canımı yakan şeyler, ne kadar basit olabilir ki? Dinleyenler için oldukça basit sanırım. Duygularımı tarif edemiyorum, kendi duygu denizimde boğulacakmışım gibi hissediyorum. Belki de ölümüm bu yüzden olacak. Kontrol edemediğim duygu seline kapılmış, gün geçtikçe nefes alamaz oluyorum. ‘‘Boğuluyorum‘‘ Öyle dayanılmaz oluyorlar ki bazen haykırmak istiyorum. Kulaklarımı sağır edecek tonda haykırmak. Her zaman olduğu gibi boğazıma bir şeyler düğümleniyor. “Şimdi sus, zamanı değil” diyor. Ne olacak böyle arkadaş? Ağlayamıyorsun, haykıramıyorsun derdini dağlara, taşlara.‘‘ Sabır taşı olasan çatlarsın.‘‘ Bütün duygulardan arınmış, yokmuş gibi davranmak zorunda kalıyorsun. Eee bu da bir yere kadar kardeşim.
İstediğin gibi değil istenildiği gibi yaşıyorsun. Bir an önce bu günkü duyguların yerini başka duygular alsın istiyorsun. İstiyorsun‘da olmuyor, bir türlü yapamıyorsun. Saçmalamaya başlıyorsun, dozu kaçıncada, yanlış kişiyle aranı açıyorsun. Aslında bana her şeyi diyebilirler, kalpsiz, duygudan yoksun, şıp sevdi, hatta acımasız, sorumsuz… Ne derseniz deyin razıyım yeterki içimde büyüttüğüm acılarımı bilmeyin. O kadar alıştım ki saçmalamaya, mutluymuşum gibi davranmaya…Sabah kalkınca bir sürü insan var etrafında, gülücükler saçarak günaydın diyen. Ya kardeşim bu kadar acıların içinde kıvranırken, günüm nasıl aydın olsun? Kulakları çınlasın bir arkadaşımın babası geliyor aklıma; Yıllar önce Hamburg şehrinde yaşayan Ekrem amca; bir pazar sabahı taze ekmek almak için evden çıkar. Ve bir türlü eve dönmez. ‘‘ o zmanlar öyle cep telefonu falan yok‘‘ kendinden haber de yok. Herkes merak içinde! Ertesi sabah İstanbuldan telefon eder Hamburgdaki evine. Ya taze ekmek dediniz, bulabilmek için İstanbula kadar geldim. Sıcak, sıcak, fırından yeni çıkmış, alıp dönüyorum der. Belkide işin doğrusu, Ekrem amca gibi davranmak, yaşamak her halde!
Özlemlerimi dile getiremiyorum, duygularımla ilgilenen yok. Kırgınlıklarımı, anlatamıyorum. En yakın bildiğim kardeşlerim, kuzenlerim bile çıkarları uğruna oyun oynayıp durmuşlar kaderimle. Hasta olsam bile, hastalığımı saklıyorum artık herkesten. Dile getirmedigimi düşünüp, yaşamadığımı sanmayın. Doğrusu her geçen gün bir az daha ölüyorum, çaresizce. Bazen yapabileceğim hiç bir şey kalmamış gibi hissediyorum. Tarifi mümkün olmayan duygularım içimde büyüyor. Ve öyle kök salıyorki, tüm hücrelerimi sarmalıyor, kelimelerime düğüm atıyor… “sus, söyleme, yazma” diyor. Ağlamak, haykırmak‘da fayda etmiyor. Anlatamadıklarımı, anlatmanın en iyi yolu buymuş gibi. Ama düğümleniyor içimde kalıyor. Bu sefer kemiriyorlar parçalanmış kalbimi. Geriye paramparça bir kalbin kalıyor. İçinde ki hisleri, kuşlar gibi özgür bırakmak istiyorum. Kurtulmak istiyorum artık, çok uzun zaman önce, bileklerime takılmış kelepçelerden! Ne fayda, imkansızlıkların eşiğinde olumsuzluklara, esir düşüyorum.
Bir zaman sonra sakinleşiyor, sessizleşiyorsun ve artık hiç bir şey hissedemiyorsun. Delirmek üzeresindir. Beynin karma karışık, allak bullak edilmiş. İçimde yangın, dışarıdan buz gibiyim. Kalbimin bir sahibi de yok. Korkusuzum artık, Paramparça olmuş kalbim’de Kırılacak bir tek parça bile kalmamışken. Laf ola beri gele, arada sırada hayatıma giriyorlar, zaman, zaman. Bilerek isteyerek, çıkacaklarından emin olduğumdan deniyorum. Çiçekler, çiçekler, Demet, Demet…
Bazen rakı yetişiyor imdadıma. Beni terk etmeyen tek dostum. Bunun için bile mutlu olmaya değer. Bir kadeh, bir kadeh derken… Yanlız‘da içilmiyorki bu illet. Arkadaşlık etsin diye açıyorum Radyoyu. ‘‘Akous Palko‘‘ en azından gençliğime götürüyor beni. Bir süreliğine bile olsa mutlu olabiliyorum. Gerçekten ‘‘Mutluluk‘‘ insan; hayatının üçte birini uykuda, diğer üçte birini çalışarak, geri kalan 8 saatte kaç saat mutlu olmuştur acaba? İnsan oğlu, mutlu olduğu saatleri yazsaydı bir kenara, büyük bir hüsran yaşardı sanırım. Günlük tutanlara acıyorum şimdi. En azından bu gün kelimelerden cümleleler kurabildim. Eh; tek başıma olsam da, biraz çifte telli, biraz‘da sirtaki. Memoş’un açık hava hapisanhesinden. Sakın bu gün kandil rakımı olur falan demeyin. İslamiyet adı ile sonradan icat edilmiş, Mevlüt, Kandili, Kutlu doğum haftası gibi hele Hak kitapta yer almayan hiç bir şeye inanmıyorum. Allah =Tanrı, Bir bizi yaratan, esirgeyen bağışlayan, Yalvaç= Tanrının Elçisi ( aynı zamanda Kul’u) Kuran= Ehlikitap. Yüce Tanrının emir ve tavsiyeleri. Hepsi bu. Gerisi benim için fasa fiso. Politika. İnancımı da Cenabı haktan başka kimse yargılama yetkisine sahip değil. Böyle bir yetki Peygamber efendimize bile verilmemiş.
Bu günlük bu kadar. Palko dinliyorum. Mevlütten daha iyi en azından.
Mehmet Tevfik Özkartal
Niki Tsiropoulou tarafından 21 Temmuz 2015 12:41 tarihinde
ben Palko dinlediginde eslik ediyorum sana cunku bende yalnizim ve bu yalnizlgimi bu icimdeki boslugu telafi etmek icin palkoya giriyorum ….
Seni en iyi anliyan benim inan ……..